Prof Dr. Mehmet Kaplan’a ait hatırat
Hayatım öyle değişik geçti ki, onun safhalarında her birini başka bir insana ait zannediyor, fakat onların canlı hatıralarını içimde tekrar bulunca, bir insanın bu kadar farklı bir hayat yaşamış hayret ediyorum. Baudelaira “Bin yıl yaşamış kadar hatıralarım var” diyordu. Benim de öyle. Nereden hareket ettim, hangi yollardan geçtim ve şimdi nerede bulunuyorum? Çok sıkıntılı, çok ıztıraplı, ölümü, yangını, hasılı bin bir dilekle özlediğim günler, uzakta, bir hatıra haline gelince, böyle anları yaşamış olduğuma adeta memnun oluyorum. Bunları kendi nefsimde tecrübe etmiş olmak, başkalarını anlamama, ne kadar sefil, ne kadar aptal, ne kadar yalnız ve ne kadar coşkun olurlarsa olsunlar, onların her halini anlamama, içimde duymama ve sevmeme yardım ediyor. Çünkü bütün bu halleri ben biliyorum ve şimdi anlıyorum ki, dışarıdan verilen hiçbir bilgi bu bizzat yaşanılmış hayatın hadiseler üzerine serptiği sıcak, müsamahalı ve derin aydınlığı veremez.
Bundan dolayı, yeniden tekrar tekrar aynı anlara dönmekten ve onların tadını ve manasını tekrar yaşamak ve bulmaktan zevk duyuyorum. İçimde yalnız benim tanıdığım anladığım bazen sevdiğim bazen de nefret ettiğim bir dünya var. Şüphesiz başkaları da kendi içlerinde böyle bir dünyaya sahiptir. Onları bilmeyi ne kadar isterdim. Belki başkaları da başkasının iç dünyasını tanımaktan zevk duyar diye çocukluktan bugüne kadar yaşadıklarımı duyduklarımı düşündüklerimi gördüklerimi buraya yazmak istiyorum. Şüphesiz bunlar zamanında yaşandığı gibi değillerdir. Unutulmuş pekçok şeyler vardır. Sonra anlatılması mümkün olmayan şeyler de. Fakat nede olsa bugünkü benliğimiz bize eski günlerden kalan acı-tatlı hatıralardan ibarettir. Bir insan bütün mazisi ile anın yasar. Küçük bir ihsanın içimizde derin akisler uyandırmasının sebebi bu.
Başkalarının zevki için değil kendi zevkim için yazacağım. Bu bir nevi kendi kendisine hayatı yeniden yaşamak olacak. Eskiye gidildikçe bugünün manasını daha iyi anlıyorum. Hatırlamada diriltici bir mana var. Tekrar Sivrihisar’daki çeşmede çocukken başımı yıkarken göğsümde soğuk suyun ciğerlerimde uyandırdığı derin menevişli nefesini alıyor gibi oluyorum. Bu intibada kafi. Sivrihisar. Orayı uzaktan şöyle görüyorum. Bulutsuz mavi bir göğün altında çıplak, siyah, sivri, volkanik bir dağ eteğinde düzlüğe kadar inen eski bir kasaba. Sonra göz alabildiğine çıplak, sarı düzlük. Bu düzlükte uzanan mezarlıklar, en uzakta, beyaz iki bina: Debboy. Benim kafamda Sivrihisar, Yazıcıoğlu Kalesi, Saat Kulesi ile Debboy denilen askeri depolar arasıdır. Tabii civar tepelerde, kasabanın bir parçası olan bağlarda buna dahil. İste benim ilk dünyam burasıydı. Bulutsuz mavi gök sert ve siyah dağ, eski evler mezarlık ve sonra sarı düzlük. Ben ilk intihalarımı böyle bir dünyada edindim. Burada ne nehir, ne deniz, ne orman, ne büyük ve modern bina, ne de fabrika vardı. Hersey ebedi bîr zamanın içinde durmuş gibi gelirdi bana. Fakat biz yine de bu durgun dünyanın içinde yaşıyorduk. lzdırab çekiyor, korkuyor, seviyor, hayal kuruyor, ümit ediyor bekliyorduk.
Bu ilk çocukluk manzarasına benzer manzaralar sakin kendi halinde Anadolu kasabaları ve köyleri beni daima heyecanlandırır. Başkalarının denizde ormanda büyük şehirde bulduğu zevki ben bu dışarıdan ölü gibi görünen yerlerde bulurum. Bu şüphesiz ilk çocukluk intihalarımdan gelen bir heyecan ve inançtır. Evet bunda bir intibah da var. Çünkü ben böyle yerlerde de hayatın çok canlı derin kuvvetli olduğunu tecrübemle biliyorum. Bu tamamıyla yanlıştır. Yunus Emre’nin en hakir şeyde derinlik bulması öyle sanıyorum ki onun böyle bir muhitte yaşamış olmasındandır. Hakir görme kimseyi hiç kimse boş değil. DEVAMI >